16 Mayıs 2017 Salı




        

Psikolojinin edebi ustası Stefan Zweig Son zamanlarda Türkiye’de oldukça popüler ve okunur hale gelen Stefan Zweig’ın Satranç başta olmak üzere ,Bir Kadının Yaşamından 24 Saat, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Mürebbiye,Gömülü Şamdan ve Amok Koşucusu gibi novellalarına nazaran çok daha az bilinen ancak içerik,tema ve kurgu itibariyle hepsinden çok daha ileride bir roman, Sabırsız Yürek.


Zweig’in S.Freud ile olan dostluğu malum, Zweig, Freud’un psikanalizine ilgi duyarken, Freud da arkadaşının edebiyatıyla bir o kadar ilgilenir ve onu yazması konusunda yüreklendirir. Özellikle yazdığı biyografilerle adını duyurmuş Zweign, biyografisini yazdığı önemli edebi kişiliklerden C.Dickens,Kleist,Stendhal,Balzac,Dostoyevski gibi yazarların etkisi altında kalmış ve kendi edebiyatını oluşturma konusunda gereken özgüvene sahip olmadığı yıllarda Freud, kaleminin iticisi olmuştur adeta.

Sabırsız Yürek psikolojik tahlillerin ve karakter yaratımının derinlikli olduğu,hem temasıyla hem de hikayeyi kurgulama biçimiyle son derece akıcı bir kitap. Kafanızı meşgul eden meselelerden başka bir dünyaya dalmak adına yapılacak iyi bir tercih.




''Başka birinin acı çektiğini hissetmenin o kişinin acısına bir faydası olmayacağını biliyordum. Yeryüzündeki acı ve felaketleri yalnızca düşünmenin bile, geceleri insanın uykusunun kaçması ve dudaklarındaki gülümsemenin kaybolup gitmesi için yeterli olacağının bilincindeydim. Ancak kişiyi asıl kederlendiren, üzen şey, gözünde canlandırdığı hayali acılar değildi; gözle görülüp hissedilenin acısı bambaşkaydı.''



Sabırsız Yürek - Stefan Zweig








                     



TET verilerin göre 2016 yılında eserleri yabancı dile en çok çevrilen yazarımız Ahmet Hamdi Tanpınar oldu. 23 dilde okunuyor yazarımız. Türkiye’de Tanpınar çok bilinen az okunan yazarlarımızdan biri. Keşfetmeye başlamaya 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü' ile başlayabiliriz..




‘’ Evet hastalığınız anlaşıldı, dedi. Sizde tipik bir baba kompleksi var. Babanızı beğenmemişsiniz. Bu o kadar mühim değil. Reşit olmak için belki de en kısa yoldur’’
‘’Ama doktor, ben hasta değilim... Allah rızası için... Size anlattım. Tekrar gözlerini gözlerime dikti en katî sesiyle:
—Hastasınız... diye kesip attı. Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır.’’

Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar

23 Nisan 2017 Pazar







Aşağıdaki yazı Cahide Birgül'ün Kaos GL için yazdığı 'kitaba dair' alıntıdır.
“Senden her ayrıldığımda ‘bu son defa’ diye düşünmeden edemiyorum…”
Bu satırları Virginia Woolf, Vita Sackville-West’e yazmış. 12 Ekim 1927’de.
İki kadın 14 Aralık 1922’de tanışıyorlar. Virginia 40, Vita 30 yaşındayken. Bu karşılaşmayı hemen yemek davetleri ve kitap alışverişi izliyor.
O güne gelene kadarki hayatlarına göz attığımızda, Virginia Woolf’un üç ciddi delilik dönemi atlattığını ve bu sırada da üç romanının yayımlandığını görüyoruz. Vita’nın ise, bir kaç şiir kitabı yayınlanmış. Denilen o ki, Virginia Woolf’tan bile ünlü bir yazarmış o sırada. Virginia, henüz ticari başarıya ulaşamamış, ama önemli bir yazar sayılıyormuş. Kitapta şöyle anlatılıyor: “Vita, yazar olarak Virginia’ya gıpta ediyordu, Virginia da bir kadın olarak Vita’ya hayranlık duyuyordu. Virginia Vita’da güçlü bir anne bulacaktı, Vita da Virginia’da bağımlı bir çocuk keşfedecekti… Uğurlu bir başlangıçtı.” Uğurlu muydu bilemeyiz ama, neredeyse yirmi yıla dayanan bir ilişkisi olmuş iki kadının. Gelgitlerle süre giden bir aşk ve dostluk hikâyesi diyelim ya da.
İki kadının mektuplaşmaları da bu yirmi yıla yayılıyor. O mektupları okurken satır aralarında şunları görüyoruz: Virginia genelde hasta. Başı sürekli ağrıyor ve mektuplarda çok dile getirilmese de ciddi psikolojik sorunları var. Evde olmayı tercih eden, yazarak sadece yazarak var olan bir kadın o. Kocası Leonard kitabevi sahibi, Virginia’nın bütün romanlarını Leonard basıyor.
Vita’ya gelince o tam bir aristokrat. Evli ve 2 erkek çocuk sahibi. Kocası diplomat. Doğanın içinde olmayı ve köpekleri seviyor. Bir de kadınları. Ve gayet açık yaşıyor bu duygusunu. Virginia, onu başka kadınlardan “benliğinin onda biriyle” kıskandığını söylese de kısa bir süre sonra öfkeyle, “her önüne çıkanla düşüp kalkıyorsun, senin için söylenecek başka şey yok” diyecek mektuplarında.
Bu arada iki kadının karakterlerine göz atmakta yarar var: Virginia hem meraklı, hem bağımsız bir kadın. Analitik bir zekaya sahip; bu zekayla “insan”a neredeyse deneysel bir gözle bakıyor. Erişilmez, ne yapacağı önceden kestirilemez, içine kapanık, gizemli, hatta yanına yaklaşılmaz biri aynı zamanda. Vita ise tam bir çelişkiler yumağı. Hem isyankar, hem suskun, hem korkusuz hem korkak, hem insancıl hem münzevi, hem cüretkar hem ürkek. Çelişkili kişilerde görülen aldatıcı bir havası var. Vita’nın hayat görüşü şu: “Muhteşem bir yenilgi, renksiz bir zaferden iyidir”. O, bu yüzden her zaman şan ve şeref peşinde koşan bir kadın olacak ve böyle anılacak.
Ama ne olursa olsun Virginia, yine de mahremiyetine düşkün, karmaşık duygusal ilişkilerden kaçan, hayallere dalıp giden, bu yalnız kadını, Vita’yı sever…
Vita’da çok az kişinin görebildiği karanlık, sadistik bir bölge mevcut. Bir keresinde Virginia alaycı bir ciddiyetle şöyle yazmış Vita’ya: “Acı vermekten hoşlandığın doğru mu?” İlk mektuplarından birinde ise yine Vita’ya şöyle seslenecekti: “İçten mektubunu sevdim. Bana çok acı verdi. Bunun yakınlaşmanın ilk aşaması olduğundan eminim. Her neyse: hakaretlerin çok hoşuma gitti.” Daha sonra ise “kalbindeki pis kokulu mumu söndürme, zavallı Virginia’yi üzme. Hakaretlerin bana senin için önemli olduğumu kanıtlıyor” diye yakaracak, “beni istediğin kadar hırpala ve buna hiç kafanı takma” diyecekti. Virginia ölümünden bir yıl önce ise şu satırları kaleme alacaktı: “benden asla kurtulamazsın.”
Vita’nin ruh hallerinin gerisinde annesi bir gölge olarak duruyor sanki. Kitaptan anlaşılan Leydi Sackville’in gayet baskın bir karakter olduğu. Bütün erkeklerin ulaşmak için büyük mücadele verdiği bir kadın o. Bu yüzden Vita annesinin dikkatini çekebilmek için tek bir yol görüyor; bir erkek olmak. Vita’nın güzel ve şeytani annesine duyduğu hayranlıkta dramatik, şehevi ve ilkel bir taraf da olduğu gözleniyor. Vita’nın temel çelişkisi ise şu; bir yandan bağımsızlık istiyor, bu da beraberinde duygusal uzaklığı getirirken, diğer yandan da sevgi, boyun eğme ve uysallık talep ediyor. Vita, bir romanında erkek kahramanını şöyle konuşturmuş: “Seni zincire vurmak isterdim. Çırılçıplak bağırtana dek seni dövmek isterdim…” Bu iki cümlenin açılımı; “seni ancak esir aldıktan sonra aşağılık duygumdan kurtulabiliyor ve ancak o zaman seninle duygusal ve cinsel yönden rahat olabiliyorum” demek... Ancak gerçek şuydu ne yazık ki; Vita’nın sevgi ihtiyacı bağımsızlığıyla rekabet ettiği ve bu iki karşıt duygu eşitlik istediği sürece o, kimseyle içten ve dengeli bir ilişki kuramayacaktı. Virginia ile bile…
Bu aşk, Virginia’nın kaleme aldığı bir romanda sonsuzluğa ulaşacaktı: Orlando. Virginia, Orlando’yu yazarken Vita’nın tek bir satırını bile okumasına izin vermemişti. Kitap yayınlanır yayınlanmaz büyük bir başarı kazandı. O yıllarda bir eleştirmen, Orlando hakkında “edebiyattaki en uzun ve en sevimli aşk mektubu” diyecekti. Kendini anlatan bu romanı Vita çok sevecek, ancak kitabı bitirdiğinde çok korktuğu bir şeyin de başına geldiğini kavrayacaktı: Virginia, onu olduğu gibi, tüm çıplaklığı ile ruhunu görüyordu. Bu gerçeği anlamasıyla birlikte Vita’nın “sanatçı” Virginia’ya olan hayranlığı artacak, ama duygusal olarak ondan giderek uzaklaşacaktı.
Yıllar geçmiş, savaş başlamış, Ekim 1940’da Woolf’ların Londra’daki iki evi de Alman hava saldırıları ile içinde oturulamaz hale gelmişti. Çift, Rodmell’e taşındı. O günlerde Virginia telaş içinde ‘Perdeler Arasında’ adlı oyununu bitirmeye çalışıyordu. Ruh hali karanlıktı. Gelen savaş, yaşlılık hissi, delirme korkusu ve bir yazar olarak başarısızlığa uğrama endişesi Virginia’yı içinden çıkılmaz bir bunalımın eşiğine getirmişti. Bu ruh halini Vita, Virginia 28 Mart 1941’de hayatına son verdiğinde öğrenecek ve yıllar sonra bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyecekti: “Orada olsaydım ve Virginia’nın nasıl bir ruh haline girdiğini bilseydim, herhalde onu kurtarırdım, buna inanıyorum.” Kim bilir, belki de haklıydı...
‘Perdeler Arasında’nın kapanış sahnesinde Orlando’dan kaynaklanan şu satırlar var: “Haydi gidelim, keşfedelim / Bu yaz sabahını / Herkesin hayran olduğu / Erik çiçeğiyle arıyı / Şarkılar mırıldanarak / Sığırcık kuşuna soralım / Çöp bidonunun kenarında / Sopaların arasında / Bulaşıkçının dökülen saçlarını / Gagalarken ne düşündüğünü / Sorsak hayat nedir diye / ‘Hayat, Hayat, Hayat’ diye bağırır kuş / Sanki duymuş gibi...” Bu satırlar Virginia’nın Vita’ya ince bir vedasıdır aslında. Gençliğinde Yunanca ve Latince dersleri alan Virginia, “hayat” derken Latince “Vita” demektedir çünkü...
Madem yazının sonuna Orlando ile geldik, Virginia’nın Orlando’yu bitirdiğinde Vita’ya yazdığı bir mektubundaki şu satırlarla noktayı koyalım: “Şimdi sorun şu; senin için beslediğim duygular değişecek mi? Aylardır senin içinde yaşadım-dışına çıkınca nasıl birisin? Gerçekte var mısın? Yoksa seni ben mi yarattım?”

Virginia Woolf Vita Sackville- West Mektuplaşmaları














Arkadaş'ın
'Ne zaman yayımlarsam yayımlayayım adı bu olacak' dediği 
Sakalsız Oğlanın Tragedyası 144 sayfalık masum bir kaçış.
Dostlar;
Gündem bu denli yoğun ve yorucuyken,
Söylemler bu denli vahşi ve küfürlü iken,
İnsanlar bu denli acımasız ve birbirlerine düşmanken,
Bu coğrafya hâlâ bu denli 'eril' ve kaba iken,
ve
İnsan, artık elinden geleni bir ân ardına koymuyorsa insanlıktan çıkmak için ve nihayet(!) siz tüm bunlardan kaçmak istiyorsanız
Arkadaş Zekai Özger okuyunuz.
Bakın ne diyor Arkadaş;
'ama şimdi kim kandırabilir sizi
bir ölünün hayat kokan ağzını öpmek için'


Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası - Arkadaş Zekai Özger









16 Nisan gecesine, hepimiz demokrasi kıyımıyla uyuduk veertesi gün kocaman bir umutsuzluğa uyandık. Gerçeğin eli, kire bu denli bulaşmışken ne yapacağız? Celladına aşık kitlelerin peşi sıra ayaklarımıza vurulmuş zincirlerle sürükleniyoruz. Kurtulamıyoruz. Kaçamıyoruz. İsyan çığlıklarımızın tümü sonuçsuz kalıyor. Değiştiremiyoruz.
Neden bu denli umutsuzuz? Yarınlarımıza yakılacak tek bir ışığımız yok mu?
Yine gerçeğin hayali tasvirine sarılacağız. 
Doğruya,güzele,dürüstlüğe,adalete sığınacağız.
Bu neyle yapacağız? Sorunun en doğru cevabı yine: Edebiyat.

Thomas More, zamanının Kralının keyfi yasa değişimini ille de reddetmiş, hem bir yargıç olarak hem de bir din adamı olarak doğrularını, kutsal addedilen krala dahi ezdirmemişti. Nihayetinde,başını giyotine vermiş yine de ne mizahını ne de yüce kişiliğini bir kenara itmiştir. More; sakalını sola yatırır ve ‘Sakallarım değil başımdır idama mahkum olan.’ der ve mizahın protestosuyla verir son nefesini.
Ona göre;
İnsan buna evet derse,ruhunu; hayır derse,bedenini yitirecekti. Ruhunu yok etmektense bedenini yok etmeye razıydı. Çünkü O, İnsanı, ölümü bile göze alarak, her çeşit zorbalığa karşı vicdanının özgürlüğünü korumak zorunda olduğuna inanırdı.
Thomas More’un efsanevi kitabı ‘Utopia’ dünden sıyrılmak, en aydınlık yarınlara uyanma umudunu kaybetmemek için bu sıralar okunması,tekrar tekrar okunması gereken bir başucu kitabı.
Kitaptan şu muhteşem alıntıyı es geçmeyelim;
‘’ Yurttaşların kin bağladığı,hor gördüğü bir kral; halkı ezerek,soyarak,dilenci durumuna düşürerek tahtında tutunabilecekse,bıraksın krallığı,insan gitsin tahtından. Kral yüceliği dilencilerin değil, zengin ve mutlu insanların başında kalmakla kazanılır.’’

Büyük yürekli Fabricius bu soylu düşünceyle söylemişti şu sözü: ‘’KENDİM ZENGİN OLAMAKTANSA,ZENGİNLERE BAŞ OLMAK İSTERİM.
BİR HALKIN ACILARI,İNİLTİLERİ ORTASINDA KEYİF SÜRMEK KRALLIK DEĞİL,ZİNDAN BEKÇİLİĞİDİR.’’

Utopia - Thomas More

21 Nisan 2017 Cuma






Orhan Pamuk’un çok sevdiğim kitabı Yeni Hayat şu cümleyler başlar; ‘Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti’’ bu cümleyi farklı bağlamlarda da onlarca kez duymuşsunuzdur. Genellikle derin bir edebi kitap veya felsefi bir kitaba dair yapılır bu yorum. Kitapların tesiri budur. Size yeni bakış açıları kazandırır öyleki yepyeni bir hayata başladığınızı hissedersiniz,görüş açınız değişmiştir,kendinizi ve aslında tüm hayatı sorgulayış biçiminiz değişmiştir. Türkiye gibi okuma oranının çok düşük olduğu ülkelerde edebi ve kuramsal kitapların yanında en az okunan ve ‘anlamam’ düşüncesiyle uzak durulan türlerden biri de bilimsel kitaplardır. 
Ancak artık çok şey değişti.Bilimin yalın ve açık seçik dünyasına kapı aralayan Yuval Noah Harari, kitapları dünya çapında en çok okunmuş bilim insanlarından biri oldu. Dogmalardan kurtulmanın, evrenin ve insanın sorgulanışının en anlaşılır en eğlenceli zamanıdır şimdi!

Homo Sapiens bu ikilinin ilk kitabı, tüm önyargılarınızı bir kenara bırakarak kitaba başladıktan sonra ‘gerçeklerin kanıtlarıyla’ sarmalanacak, insanın kısa bir tarihine keyifle tanık olacaksınız.



İyi okumalar

Not: Bağlantıda Yuval Noah Harari'nin TED konuşmasını izleyebilirsiniz.

https://www.ted.com/talks/yuval_noah_harari_what_explains_the_rise_of_humans?language=tr

Homo Sapiens & Homo Deus - YUVAL NOAH HARARI

10 Nisan 2017 Pazartesi


Kara Kitap ; Bir sayfasının yazılması için en az 10 kitap okumuş olmanın gerekliliğini son sayfasına kadar hissettiren bir kitap.


''Kendim olmalıyım,diye tekrarlıyordum,onlara hiç aldırmadan,onların seslerine,kokularına,isteklerine,sevgilerine ve nefretlerine aldırmadan kendim olmalıyım ben,kendim olmalıyım, diye tekrarlıyordum, sehpanın üzerinde memnun durak ayaklarıma ve tavana üflediğim sigara dumanına bakarak; çünkü kendim olamazsam onların olmamı istedikleri biri oluyorum ve onların olmamı istedikleri o insana hiç katlanamıyorum...

'Çok çalıştı ve yıllar sonra biraz olsun başarılı oldu.' diye gördükleri kişi oluyordum ve daha kötüsü,ben de kendimi başka türlü göremediğim için,bu hiç sevmediğim kişilik etimin üzerine çirkin bir deri gibi yapışıyor ve biraz sonra onlarla birlikteyken ben kendimin değil bu kişinin sözlerini söylerken yakalıyordum kendimi.''






Kara Kitap - ORHAN PAMUK